Gün |
2 |
Güzergah |
Trabzon – Maçka – Zigana – Rize |
Mesafe |
334 km |
Seyahat Süresi |
11 saat |
İller Bankası misafirhanesindeki kahvaltımızın ardından saat 08.00 den itibaren bizi gezdirecek olan minibüsü beklemeye başladık. Yolda meydana gelen trafik kazası nedeniyle gecikmeli gelen aracımıza binerek şehir turu yapmak üzere saat 08.45 de misafirhaneden ayrıldık. Şöförümüz olan Aydın Yaylı aynı zamanda bize rehberlikte yapacak. İlk ziyaret edeceğimiz yer Ayasofya Kilisesi…
Günümüzde müze olarak kullanılmakta olan Trabzon Ayasofya Kilisesi, Trabzon İmparatorluğu krallarından 1.Manuel Komnenos zamanında (1238-1263) inşa edilmiş. 1427 yılında yapılan çan kulesi kilisesinin batısında yer alıyor. Fatih Sultan Mehmet’in Trabzon’u fethini takiben yapı, camiye çevrilmiş. I. Dünya Savaşı yıllarında sırasıyla depo, hastane, daha sonraları yine cami olarak kullanılan yapı, 1958-1962 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Edinburg Üniversitesi’nin işbirliği ile restore edilerek 1964 yılından sonra müze olarak ziyarete açılmış.
Müze oldukça bakımlı ve güzel bir bahçenin ortasında yer alıyor. Bahçedeki güller muhteşem… Geç Bizans Kiliselerinin en güzel örneklerinden biri olan ve kare-haç planlı olarak inşa edilen yapı, yüksek bir kubbeye sahip. Yapının içinde bulunan ve konularını incilden alan süslemelerin önemli bir bölümü günümüze kadar özelliklerini kaybetmeden gelebilmiş.
Daha sonra Trabzon şehir merkezinde yer alan Gülbahar Hatun Camii ve Zağanos Paşa Köprüsüne gidildi. İki yapı arasında 50 metre mesafe var. Atapark’ın güneyinde yer alan Gülbahar Hatun Camii, Sultan II. Beyazıt’ın karısı ve Yavuz Sultan Selim’in annesi Ayşe-Gülbahar Hatun tarafından 1514 yılında yaptırılmış. Yapıldığı dönemlerde bir külliye olan camiinin etrafındaki diğer yapılar zamanla yıkılmış olup, sadece doğu kısmındaki türbe ve 1885 yılında onarım geçiren cami, orijinal durumundan çok fazla uzaklaşmadan ayakta kalabilmiş.
Caminin bulunduğu Atapark’ın hemen yanında yer alan Zağanos Paşa Köprüsü ise, Trabzon’un fethinden sonra 1467 yılında yapılmış. Trabzon Rum Pontus İmparatorluğu döneminde aynı yerde açılıp kapanan bir başka köprü varmış. Savaş sırasında açılan köprü sayesinde, kaleyle dış mahallelerin bağlantılarının kesilmesi sağlanıyormuş. Önceleri köprünün altından yağmur sularının meydana getirdiği bir dere akmakta iken Trabzon Belediyesince başlatılan Kentsel Dönüşüm Programı kapsamında, dere yatağının üzeri kapatılmış ve dere yatağı içerisindeki gecekondular yıkılarak yerine sosyal ve kültürel mekânları içeren park yapılmaya başlanmış. Köprünün sağ tarafındaki dere yatağında çalışmalar oldukça ilerlemiş, sol tarafındaki, yani denize doğru olan kısımda ise çalışmalara yeni başlanmış.
Şehiriçi turundaki bir sonraki durağımız Kızlar Manastırı idi. Trabzon’u doğu ve güneyden çepeçevre kuşatan Boztepe üzerindeki Kızlar Manastırı oldukça büyük, geniş bir yapı topluluğu görünümünde. Tanrı’nın koruduğu anlamında “Panagia Thaoskepastos” ismi yakıştırılan bu manastır kale görünümünde, şehre hâkim bir durumda. İmparator III. Aleksios’un (1349–1390) yaptırdığı manastır, çeşitli odalar, aşhaneler, çan kulesi, misafirhane, havuz ve iki kiliseden oluşuyor. Trabzon Müzesi tarafından kazı çalışmaları yapılan manastırda, her nedense flaşsız dahi fotoğraf çekmemize izin verilmedi.
Kızlar Manastırı’ndan sonra Trabzon’un kuş bakışı seyredilebildiği Boztepe’ye çıktık. Trabzon buradan bir başka güzel görünüyor. Boztepe’nin tarihteki adı Mitrion’un Dağı anlamına gelen Mitrion Oros imiş. Mitrio, Apollon’un Pontus’daki adı. Pontus’lular, tanrıları Mitrio’nun adına burada bir sunak inşa etmişler ve dağa da onun adını vermişler.
Trabzon içindeki dördüncü durağımız ise Soğuksu sırtlarındaki halk arasında Atatürk Köşkü olarak anılan Trabzon Müzesi oldu. Çam ormanları içinde yer alan bina, Bankerlik yapan Kostantin Kabayanidis tarafından 1890 yılında yazlık olarak yaptırılmış. Mimarlarının İtalyan olduğu belirlenen yapıda kullanılan birçok malzeme İtalya’dan getirilmiş. Kostantin Kabayanidis’in iflasından sonra el değiştiren bina, 1924 yılında Atatürk’ün Trabzon’u ilk ziyaretinde konakladığı yermiş. Özel İdare’ye ait olan köşk, 1930 yılında Trabzon Belediyesi tarafından satın alınarak Atatürk’e hediye edilmiş. Atatürk’ün köşke en son 10 Haziran 1937 tarihinde gelmiş. Köşk, 1943 yılından itibaren ise müzeye dönüştürülerek hizmete açılmış.
Konağın bodrum kat hariç tüm kat duvarları tamamen kalem işi süslerle bezenmiş durumda. Rönesans mimarisinin etkilerini taşıyan binada büyük ve gösterişli Avrupa simgeleri kullanılmış. Su ve ısı tesisatı ise zamanın ileri teknolojisiyle döşenmiş. Atatürk, mal varlığının büyük bir bölümünü millete armağan ettiği 11 Haziran 1937 tarihli vasiyetnamesini salonun girişindeki dinlenme odasında hazırlamış.
Atatürk Köşkü’nden çıktığımızda şöförümüz Aydın’ı soğuktan titreyen bir halde bulmuştuk. Köşkün kendi rehberi olduğu için, dışarıda beklemeyi istemişse de, bu tercihinden pişman olduğu açıktı.
Sis ve yağmur altındaki Atatürk Köşkü gezimizi tamamlayarak rotamızı, tarih ve doğanın iç içe olduğu Sümela Manastırı’na çevirdik. Trabzon’un Maçka İlçesinde Altındere Milli Parkı içerisinde, Altındere vadisine hakim Karadağ’ın eteklerinde sarp bir kayalık üzerine kurulmuş olan Sümela Manastırı, halk arasında “Meryem Ana” adı ile anılıyor. Vadiden yaklaşık 300 metre ve deniz seviyesinden 1.150 metre yükseklikte bulunan yapı, bu konumuyla manastırların şehir dışında ormanlarda, mağara ve su kenarlarında kurulma geleneğini sürdürmüş. Çeşitli kaynaklarda, 4.Yüzyılda yapıldığı tahmin edilen manastırın, şimdiki durumu ile varlığını 13.YY dan itibaren sürdürdüğü belirtiliyor.
Manastıra daha önceleri vadiden itibaren dik yamaçta uzun ve zorlu bir tırmanışla ulaşılabilmekte iken son zamanlarda, vadideki dinlenme tesislerinden itibaren devam eden yol kullanılmak üzere, manastırın 200 metre yakınına kadar araba ile çıkabilmek mümkün olmuş. Arabadan indikten sonra muhteşem bir manzara sizi bekliyor denildiyse de, biz o kadar şanslı değildik. Çünkü etrafı saran sis nedeniyle ne manzarayı, ne de manastırı uzakta da olsa göremedik. Hatta seyir terasından sadece sis görüyorduk.
Manastır yolundaki en güzel yerlerden biri ise, yoldaki şelale idi. Muhtesem bir şekilde çağlıyordu. Su damlacıklarının yüzünüzü sarması çok hoştu. Zaten manastıra her çıkan veya inen burada mutlaka bir mola veriyordu.
Manastırın ana girişine dar ve 64 basamaklı bir merdivenden çıkılıyor. Ana girişin yanındaki muhafız odalarını geçtikten sonra bir merdivenle iç avluya iniliyor. İç avlunun solunda manastırın ana ünitesi olan kaya kilisesi bulunuyor. Ana kilisenin aslında bir mağaradan oluştuğunu görebiliyorsunuz. Kaya kilisesinin içerisinde tavanda ve duvarlarda 18.YY da yapıldığı hesaplanan freskler bulunuyor. Fresklerde anlatılan sahnelerin İncil’den alındığını okumuştum.
Manastırı da sis altında gezdik. Sis, manzarayı ve manastırın içini daha gizemli bir hale getirmişti.
Manastırdan ayrılıp, minibüsümüze giderken sağ tarafta gördüğümüz çeşmeden yanımızdaki şişeleri doldurduk. Minibüsle vadideki dinlenme tesislerine geldik ve Hotel Büyük Sümela’nın Milli Park’taki lokantasında yemek molası verdik. Yemek saç kavurma ve kara lahana dolmasından oluşmuştu. Dolma oldukça güzeldi. Ülgen ve Gülay, her zaman olduğu gibi, yemek molasının hemen ardından hediyelik eşya dükkanına daldılar. Mutlaka alacak bir şeyler bulmuşlardır.
Alışveriş faslı bittikten sonra Zigana Tüneli’ne doğru yola çıktık. Zigana Tüneli, Zigana Geçidi’nden yapılan ulaşımdaki zorluklar nedeniyle Trabzon – Gümüşhane yolu üzerinde deniz seviyesinden 1890 m yükseklikte, Zigana dağının iki yamacı arasında açılmış. 15 yıllık bir yapım sürecinden sonra 1990 yılında hizmete giren ve 1.702 metre uzunluğundaki tünelin içinde maalesef hiçbir aydınlatma yok. Bu arada tünelin içinde sollama yapan otomobillerde cabası. Tünelin Gümüşhane tarafına çıktığımızda gökyüzündeki yağmur bulutlarının güneşle birlikte oluşturduğu inanılmaz bir ışık gösterisi ile karşılaştık. Yolun hemen sol tarafına park ederek, bu gösteriyi fotoğraflamaya çalıştık. Gerçekten muhteşem bir gösteriydi.
Havanın yağmurlu ve yerlerinde kaygan olması nedeniyle eski Zigana Yolu’na girip, asıl Zigana Geçidine ve Hamsiköy’e gitme hayalimizi bu gezi için iptal etmek zorunda kaldık. Hamsiköy’ün bir kısmını yol kenarından gördükse de bu pek fazla çekici gelmedi hepimize. Dönüşte, tüneli geçtikten 300 metre kadar sonra solda Yörük Çadırı gördük. Önünde bir direğin tepesine oturtulmuş sarı-yeşil bir VW var. Burada oldukça sıcak karşılandık. Kıl çadırdan yapılmış olan ve üstü eternitle kapatılmış tesisin içerisi ise çok güzel bir şekilde dekore edilmişti.
Biraz üşümüş olmanında etkisiyle hemen çaya saldırdık. Isındıktan sonra da meşhur Hamsiköy Sütlacı’ndan tattık. Burasının sahibi olan Uğur Usta’ya nerelisin diye sorduğumuzda;
“- Trabzon Maçka Hamsiköy’lüyüm. Siz nerelisiniz”
Cevabı oldukça hoştu. Askerlik künyesi sayıyordu nerdeyse.
Sütlacımızı yedikten ve hesabı ödedikten sonra Rize’ye doğru yola çıktık. Bugün için Rize’de programımızda Rize Kalesi vardı. Ancak biz yolda iken arayan Trabzon’lu arkadaşımız, ısrarlı tavsiyesi üzerine Dağmaran’a çıkmaya karar verdik. Yolu bilip bilmediğini sorduğumuz şöförümüz ve rehberimiz Aydın, Dağmaran’ın turistlerin pek fazla bilmediği bir yer olduğunu, oraya bugüne kadar sadece 2 kez geldiğini, manzarasının görülmeye değer olduğunu belirtti. Bizden önce ise neresi olduğunu hatırlamadığımız bir ilin Belediye Başkanını ve Şarkıcı Göksel’i Dağmaran’a çıkarmış.
Rize’nin içinden geçip Dağmaran yoluna yöneldiğimizde neden turistlerin buraya getirilmediği anlaşıldı. Çünkü dik bir yamaca kurulmuş olan Rize’nin içinden geçen ve Dağbaşı semtinde deniz seviyesinden 360 metre yükseklikteki bir tepede bulunan Dağmaran’a bazı yerlerde oldukça dar ve dik yollardan gidiliyor. Öyle ki bizim minibüsümüz bile bir yerde 2-3 manevra ile virajı dönmek zorunda kaldı. Dolayısıyla buraya otobüsün girmesi imkansiz ve otobüs yolcularını ise minibüslerle taşımanın ilave maliyet çıkarması nedeniyle tur şirketlerinin gezi programlarına koyulmadığı anlaşılıyor.
Yolu bitirip tepeye çıktığımızda akşam olmak üzere idi ve tepenin iki tarafında iki ayrı muhteşem panoramik görüntü bizleri karşıladı. Kuzey tarafında Karadeniz ve Rize, güney tarafında ise Kaçkarlar’ın akşam güneşi altındaki olağanüstü görüntülerini seyretmeye doyamıyorsunuz. Yeşil ve mavinin tüm ağırlığı ile kendini hissettirdiği enfes bir tablo gibi.
Tepede yöresel yemeklerin de yenilebildiği lokantalar mevcut ise de, akşamın olması ve yemeği Dedeman Otel’de yiyecek olmamız nedeniyle bu güzel manzarayı bırakip Rize’nin içinden geçerek, Trabzon tarafına yöneldik ve bu akşam konaklayacağımız Dedeman Otel’e yerleştik.
Akçaabat Köfte ve ızgara etten oluşan yemeğimizi ikişer kadeh aslan sütü ile süsledikten sonra ertesi sabahki uzun ve zorlu yolculuğumuz için dinlenmeye çekildik. Akşam yemeğimizden aklımızda kalan sadece meyvelerdi her nedense!..
Yeniden, okuma ilede olsa o yorgunlukları baştan hissetmek ve hele akşam olupda yemeğin yanında aldığımız o ikişer dubleler yokmu unutulmazlar arasında yer aldılar. (bence yorumlarıda klasörle)
BeğenBeğen
sayın üstadlarım manzaralar çok güzel, yemekler nefis , daha ne olsun , olmuşunuz bir evliya çelebi,
hayırlara vesile olsun,
tekin kural
BeğenBeğen
Sizinle birlikte bizde seyahat ediyoruz.Bu işi artık profesyonellce yapın da bizde yararlanalım.Sevgi ile.
BeğenBeğen
trabzon’un muhteşem güzelligini böyle muhteşem anlattıgınız için teşekkürler bir trabzonlu olarak sizden dinlemek güzelmiş tekrar teşekkürler
BeğenBeğen