Gün |
10 |
Güzergah |
Tatvan – Ahlat – Bitlis – Tatvan |
Mesafe |
186 km |
Seyahat Süresi |
8 saat |
Oteldeki kahvaltımızın ardından Nevzat Bey ile buluşarak 08.00 de Tatvan gezimize başladık. İlk hedefimiz Nemrut Kalderası için Tatvan’ın hemen çıkışında yer alan işaret levhasından kuzeye dönüyoruz. Göle çıkışta kullanılan 25 km’lik yol oldukça bozuk. Karların erimesi sonucu yola akan suların yanı sıra, kayak tesisleri inşaatında çalışan kamyonlar ve iş makinalarının yolun bozulmasında rolleri varmış. Yılın 4 ile 5 ayı karlarla örtülü olması nedeniyle kış sporları için oldukça uygun şartlara sahip olan Nemrut’nın Tatvan’a bakan güney yamaçlarında 2 bin 550 metre uzunluğunda kayak pisti bulunan Kayak Tesisi ve telesiyej inşa ediliyormuş.
Oldukça dik ve virajlı yol üzerinde biri içinden, diğeri de yakınından geçtiğimiz iki köyün de eski Ermeni köyleri olduğunu öğreniyoruz. İçinden geçtiğimiz Şentepe Köyü’nde kiliseden çevirme bir cami bulunuyordu. Köy içinde bir kısmının ahıra dönüştürülmesine karşın, büyük bir bölümü halen kullanılmakta olan ve yöredeki taşlar kullanılarak yapılmış çok güzel eski evler var.
Zirveye yaklaştıkça kalınlıkları 2 metreye kadar ulaşan buz kütleleri arasından geçiyoruz. Yol kenarında soğuktan telef olmuş 9-10 kadar koyun ölüsü gördük.
Krater ağzının tam kenarına geldiğimizde, solumuzda Van Gölü’nün sabah güneşi altındaki hafif puslu muhteşem görüntüsü, sağımızda ise içindeki biri mavi, diğer yeşil renkli iki tane gölü ile kalderanın büyüleyici manzarası. Buz gibi havayı iyice içimize çekerken harika bir kekik kokusu alıyoruz. Anlatmakla olmuyor gerçekten, gidip bizzat görmeniz lazım.
Kaldera, adını MÖ 2100’de yaşamış Babil Hükümdarı Nemrut’tan aldığı ifade edilen Nemrut Volkanı’nın dördüncü zamanda patlaması sonucu oluşmuş. Nemrut Krateri en son 1411 ve 1441 yıllarında faaliyet göstermiş ve patlamalardan dolayı içte oluşan çökmeler sonucunda o dönemlerde 4400 m civarında olduğu tahmin edilen Nemrut Dağı’nın yüksekliği şu anda en yüksek tepesi olan Sivritepe’de 2935 metre olarak ölçülmüş.
Nemrut Volkanı’nın tarihte Van Gölü’nün oluşmasındaki rolünün çok büyük olduğu ve 60 bin yıl önceki büyük patlamada Nemrut’tan çıkan lav ve tüflerin eski Murat Vadisi’ni tıkaması ile Van Gölü’nü oluşturduğu ve volkanın püskürmeye başlamasından önce birleşik olan Muş ve Van Gölü havzalarını ayırdığı bugüne dek tartışmasız kabul edilmiş.
40 km2 yüzölçümü ile Türkiye’de birinci, Avrupa’da dördüncü ve Dünya’da onaltıncı sırada olan kalderada biri sıcak, üç krater gölü var. Her iki göl arasındaki ısı farklılığı renklerine de yansımış durumda. Ilı Göl’ün yeşil rengine karşın, Soğuk Göl masmavi. Bunların haricinde su seviyeleri az olduğu için bahardan itibaren kurumaya başlayan 2 adet küçük ölçekli göl daha bulunuyormuş.
Kalderanın ağzındaki genel izlenimimizden sonra, volkanın içine giriyoruz. Orta kısımda yer alan volkanik kayaları geçerek, küçük göllerden birine geliyoruz. Karlı yamaçlar küçük göl üzerinde çok güzel yansımalar oluşturmuş. Mayıs ayında olmamız nedeniyle suları çekilmeye başlamış olan gölün karşı kıyısında göçerlere ait bir çadır kurulmuş. Kamyonetlerini suyun kenarına park etmişlerdi. Baharın başlaması ile Şubat ayının sonundan itibaren hayvanlarını otlatmaya geldikleri kalderadan Mayıs ayında ayrılarak, havanın daha serin olduğu Tendürek Dağlarına doğru göçerlermiş.
Kalderanın ikinci büyük gölü olan Ilı Göl’e inerken sağ tarafta baca yazan yöne girdik. Burada yarıkların arasındaki bacalardan sıcak hava geliyordu. Bu sıcak hava aslında su buharıymış ve aşağıdan geçen yeraltı sularının ısınarak yeryüzüne çıkması sonucu oluşuyormuş. Buharların astım, bronşit, romatizma ve böbrek hastalıklarına iyi geldiği söyleniyor. Elimizi bacaya uzattığımızda sıcaklığı hissedebiliyorduk. Havanın daha soğuk olduğu dönemlerde su buharları daha iyi görülebilirmiş.
Çeşitli otların yanı sıra, otlu peynirde kullanılan ve kuşkonmaz benzeri bir bitki olan heliz, meşe, bodur ardıç, huş ağacı ve titrek kavaktan oluşan bitki örtüsü arasından geçerek Ilı Göl’e ulaşıyoruz.
3 km2 alana sahip olan ve en derin noktası 100 civarında olduğu söylenen Ilı Göl’ün suyu 60 santigrat dereceye varıyormuş. Gölün tabanında kaynayan volkanik sıcak su kaynakları bu gölün ısısını yükseltmiş. Suya elinizi değdirdiğinizde ısıyı hissediyorsunuz. Özellikle etrafı taşlarla çevrili olan kısımda su oldukça sıcak. Yazın insanlar kaplıca niyetine içine girerlermiş. Nitekim Tatvan Belediyesi’nin buradan alınacak su ile Tatvan’ın ısıtılması ve Tatvan bölgesinde termal tesislerin kurulmasına yönelik bir çalışması varmış.
Kalderadaki dördüncü durağımız ise masmavi suları ile Soğuk Göl olarak da bilinen Nemrut Gölü. Dünyada ikinci büyük krater gölü olan 15 km2 büyüklükteki Soğuk Göl’ün en derin yeri 155 metre olarak ölçülmüş. En ufak bir çırpıntı olmayan suyun üzeri mükemmel işçiliği olan kristal bir ayna gibi. Gökyüzü ile aynı maviliği paylaşan gölün etrafındaki dağları, gökyüzünü, bulutları ve küçük ahşap iskeleyi birebir suyun üzerinde muhteşem netlikte görebiliyorsunuz. İskelenin hemen yanıbaşında barakadan oluşan bir küçük kafeteryada çay, meşrubat türü içecekler ile balık bulunabiliyormuş. Ayrıca küçük bir tekne ile göl üzerinde göl turu yaptırılıyormuş. Tabiî ki bunların hepsi yazın geçerliymiş. Biz sadece su ile yetinmek durumundaydık.
Bu doğa güzelliği içinde gölün kenar kısımlarında yine insanların aymazlıklarının bir örneğini daha görüyoruz ne yazık ki. Suyun içinde pet şişe ve naylon torbnalar dolaşıyordu. Hatta bir otomobil lastiği bile vardı. Kafeteryayı işletenlere sorduğumuzda, bunun önüne geçilemediği, kendilerinin ellerinden geldiği kadar bu çöpleri toplamalarına rağmen piknik için gelenlerin, göller ile birlikte kalderanın diğer kısımlarına da artıklarını bırakarak gittikleri cevabını alıyoruz. Bu muhteşem doğanın bu şekilde kirletilmesine seyirci kalınmasına üzülmemek elde değil. Tatvan’daki yol ayrımında Milli Park olarak gösterilen ve birinci derece SİT alanı olarak ilan edilen koskoca kalderanın içerisinde bir tek resmi görevli olmaması da ilginç geldi.
Kaldera içindeki gezimizi tamamladıktan sonra, bu kez kuzey yolunu kullanarak Ahlat’a yöneldik. Henüz kalderanın içindeyken konvoy halinde giden göçerlere rastladık. Küçük çocukları eşeklere bindirmişler, büyükler ise yürüyorlardı. Baharı Nemrut’da geçirmişler, şimdi de daha kuzeye gidiyorlarmış. Daha kuzey dedimse de kilometrelerce yoldan bahsediyorum. Bazı göçerler hayvanlarını kamyonlarla gönderip kendileri arkadan giderken, bazıları da hayvanları ile birlikte göçerlermiş. Bizim gördüklerimiz ikinci gruba giriyorlardı. Çünkü hayvanları, başlarında çobanları ile dağın yamaçlarında otlayarak gidiyorlardı.
Kalderanın içinden çıktıktan sonra zirvede harika bir manzara daha bizi bekliyordu. Bu kez Van Gölü ile birlikte Ahlat ve Süphan Dağı görüş alanımız içindeydi. Gerçi manzara biraz puslu olsa da görülmeye değer.
Nemrut Dağı’nın Ahlat yönündeki yolu da düzgün sayılmazdı. Yer yer çukurlar nedeniyle oldukça bozuk olan yolu takip ederek Taşharman ve Saka köylerinin içinden geçip Van Gölü kıyısındaki Bitlis – Ağrı karayoluna ulaştık. 5 km kadar sonra Ahlat’ın içindeydik.
Van Gölü’nün kıyısında, Nemrut Volkanı ile Süphan Dağları arasındaki ovada yer alan Ahlat’ın tarihi Asur’lulara kadar uzanıyormuş. Asurluların bir uç beyliği olan şehir daha sonra Urartu’lara geçmiş ve ismini de bu dönemde almış. Şehrin en eski sakinleri olan Urartular buraya “Halads” , Ermeniler “Şaleat” , Süryaniler “Kelath” , Araplar “Hilat” , İranlılar ve Türkler ise “Ahlat” demişlerdir. Hilat kelimesi Arapça’da karışık anlamında kullanılıyormuş ve çeşitli milletlerin bir arada yaşadığı ve farklı dillerin konuşulduğu bir yer olduğundan dolayı bu ismin verildiği en kuvvetli ihtimalmiş.
Urartular sonrasında sırasıyla, Medler, Persler, Makedonyalılar, Bizanslılar’ın hakimiyetine giren şehir MS.640 yılında Abbasiler tarafından fethedilmişse de, bir müddet sonra tekrar Bizanslılar tarafından geri alınmış. 1060 yılından itibaren Türk hakimiyetine giren Ahlat, 1071 Malazgirt savaşında oldukça önemli bir rol oynamış. Alparslan’ın başında olduğu Selçuklu kuvvetleri Ahlat’ta üstlenmişler ve savaş için buradan hareket etmişler. Selçuklular hakimiyetinde olduğu dönem Ahlat’a altın çağını yaşatmış. Bu dönemde nüfusu 300.000 kişiye ulaşan şehirde Selçuklu izleri önemli yer tutuyor. Selçuklular sonrası Harzemşahlar ve Moğolların istilasına uğrayan Ahlat, bu işgal döneminde yapılan yağmaların da sonucu olarak bir daha eski günlerine dönememiş. Akkoyunlular döneminde yapılan türbelerle tekrar canlılık kazanmışsa da, daha sonraki Osmanlılar döneminden bu yana, şimdi yaklaşık 23.000 kişinin yaşadığı küçük bir kasaba olarak kalmaya devam etmiş.
Ahlat’ın içine girdiğinizde, kendimizi bir açık hava müzesinde bulduk. Girişten itibaren sağlı sollu eski mezarlar, türbeler, camiler gibi tarihi eserler yer alıyor. Kahverengi taşlardan yapılmış bir veya iki katlı binalar bu otantik müzenin diğer unsurları olmuş. Ahlat’taki tarihi eserlerin tamamı ile ev, işyeri ve resmi binaların tamamına yakını kahverengi tondaki Ahlat Taşı’ndan yapılmış.
Ahlat Taşı, Nemrut yanardağından püsküren lavların soğuması sonucu oluşan volkanik tüf denilen süngerimsi yapıda bir taş. Mağmatik menşeli olması nedeniyle oldukça hafif olmasına karşın, basınca da oldukça dayanıklıymış. Taşın, açık kahverengi veya koyu kestane renkleri ile sağlamlığı, içerisinde bulunan cam maddelerinden ileri geliyormuş. Nemrut Dağı’nın etrafındaki ocaklardan kütük haline çıkarıldığı anda yumuşak ve işlemeye elverişli olmasına rağmen, yıllar geçtikçe sertleşip, yıkılmaz ve kırılmaz bir hüviyet alıyormuş. Bugün ilçenin en önemli iş kolları arasında yer alan Ahlat Taşı yurtiçi piyasa yanında çeşitli ülkelere de ihraç ediliyormuş. Nemrut Dağı’ndan Ahlat’a doğru inerken yol kenarında birkaç tane ocak görmüştük.
Tarihi dokusu ve doğa güzelliği yanı sıra türbeleri ve Selçuklu Mezarları ile inanç turizmi açısından da oldukça önemli bir turizm merkezi olma özelliğini kazanmaya başlayan Ahlat’da tamamı Ahlat Taşı’ndan yapılmış kümbetlerin ayrı bir önemi bulunuyor. Zengin kişilere, askeri komutanlara ve dini açıdan önde gelen kişilere ait mezarlar olan kümbetler Ahlat’ın içinde bahçeler arasına yayılmış.
Kare taban üzerine önce sekizgene geçilen ve daha sonra üst kısmı silindirik olarak inşa edilip, çatısı koni şeklinde kapatılan Ahlat kümbetlerinin şekli Orta Asya Türk çadırlarını andırıyor. İki katlı olan kümbetlerin zemin katında mezarlar, üst katında ise ibadet yeri bulunuyor. İçindeki mezar sayısı bazılarında 3-4 e kadar olabilen kümbetlerin üzerlerinde çeşitli motifler yer alıyor.
Ahlat’daki ilk durağımız, şehrin biraz dışında ve Ağrı karayolu üzerinde yer alan Abdurrahman Gazi Türbesi oldu. Abdurrahman Gazi türbesinin, ilçede inanç turizmi açsından önde gelen yapılardan olması yanında, günlerden Cumartesi olması ve tatil gününe denk gelmesi nedeniyle türbe ve etrafı oldukça kalabalık idi.
641 yılında Ahlat’ın fethine gelen Halit bin Velit komutasındaki orduda bulunan ve Ahlat’ın muhasarası esnasında şehit düşen Abdurrahman Gazi, Yemen Emiri ve aynı zamanda Hazreti Muhammed’in sancaktarı olduğu söylenen Muaz bin Cebel’in oğluymuş. Türbenin bulunduğu Van Gölü’ne hakim tepedeki yemyeşil alanın içerisinde bir cami ve parkın yanı sıra, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından, terörle mücadelede şehit düşen Mehmetçikler ve emniyet görevlileri için yaptırılmış bir şehitlik yer alıyor. Abdurrahman Gazi’nin şehit düştüğü noktada yer alan kümbet, 1974 yılında Ahlatlı Tahsin Kalender adlı usta tarafından aslına uygun şekilde restore edilmiş.
Ziyaretimizi tamamlayarak, ilçenin Tatvan tarafından girişinde yer alan diğer kümbetler ve tarihi eserlere doğru yöneldik. Meyva bahçeleri ve asırlık çınar ağaçları arasından geçerek Ahlat için ayrı bir önemi olan Emir Bayındır Kümbeti ve camiine ulaştık.
Bulunduğu yer eski Ahlat’ın merkezi olan Emir Bayındır kümbetini ülkemizin turizm tanıtımı konusunda yapılan çeşitli belgesellerde mutlaka görmüşsünüzdür. Ama tarzı, mimarisinin zerafeti ve abidevi ölçüleriyle Ahlat’ın simgesi durumuna gelen kümbeti yerinde görmek bambaşka bir şey.
Sanat tarihçileri tarafından, mimari yapısı ile Emir Bayındır Kümbeti’nin dünyada 2 örneğinin olduğu söyleniyormuş. Birisi Ahlat’ta 15’nci yüzyılın sonunda inşa edilmiş olan bu kümbetmiş. Diğeri ise yine aynı tarihlerde Azerbaycan’ın Gence kentinde yapılmış. İki kümbetinde Baba Can isimli Ahlatlı bir usta tarafından yapıldığı tahmin ediliyormuş. Kitabesinde, 1481’de Rüstem Beyin oğlu Emir Bayındır Bey için eşi Şah Selime Hatun tarafından yaptırıldığı yazıyormuş.
Kare kaide üzerinde, sütunlar ve kemerlerle güneye açılan silindirik gövde ve dışarı doğru taşan basık konik külahıyla diğerlerinden ayrılan iki katlı kümbet, mimarisi ve taş bezemeleriyle oldukça görkemli görünüyor. Kümbet, diğer Ahlat mimari yapılarında olduğu gibi Ahlat Taşı’ndan yapılmış.
Bayındır Kümbeti’nin hemen bitişiğinde bulunan ve 1477’de Rüstemoğlu Bayındır tarafından yaptırılan mescidin duvarındaki kitabede “Amel Baba Can” adı okunuyormuş. Bu ise kümbet ve mescidin bu mimar tarafından yapılmış olduğunu gösteriyormuş. Girişi sivri kemerli bir eyvan şeklinde olan mescidin kare planlı asıl mekanı, içerden sivri beşik tonozla, dıştan düz çatı ile örtülmüş. Mescidin güney duvarında dışarıya taşan ve üzeri yarım piramit bir külahla örtülmüş derin bir mihrap bulunuyor.
Bir sonraki uğrağımız Çifte Kümbetler olarak da bilinen Hüseyin Timur ve Bugatay Aka Kümbetleri oldu. Etrafı alçak duvarla çevrili bir bahçe içerisinda yanyana yer alan kümbetlerden biri 1279 yılında ölen Emir Hüseyin Timur ve 1280’de ölen Esentekin Hatun’un mezarıymış. Diğer kümbet ise 1287 yılında ölen Akkoyunlu soyundan Bugatay Aka ve Şirin Hatun için yaptırılmış. Her iki kümbet de kare kaide üzerine oturtulmuş ve mezar odasının üstünden itibaren yükselen silindirik gövde diğer kümbetlerde olduğu gibi konik külahla örtülmüş.
Daha Bitlis’e gideceğimiz için toplam 19 kümbet bulunan Ahlat’daki gezimizi kısa kesmek zorunda kaldık. Kümbetlerle ilgili ziyaretlerimizi tamamlayarak baston üretimi konusunda Devrek’le yarışan Ahlat’daki baston imalathanelerinin bulunduğu caddede yer alan Selçuklu Baston’a uğruyoruz. Selçuklu Baston’un sahibi ve ilçedeki 3 baston ustasından biri olan Refa Gökbulak’ın anlattıklarına göre, Ahlat’da baston yapımı babadan oğla geçen bir ata mesleği imiş.
Yapımında, ceviz ağacı ile koç ve manda boynuzu kullanılan bastonun tamamına yakını el testeresi. rende, törpü ve eğe gibi el aletleri ile yapılıyormuş. Şekillendirilen baston, gomalak denilen bir tür reçinenin ispirto içinde eritilmesiyle elde edilen ve cam cila olarak da adlandırılan bir eriyik ile cilalanıyormuş. Kullanılan malzemenin çeşitliliğine ve işçiliğine bağlı olarak bir gün ile bir hafta arasında geçen sürelerde yapılabilen bastonların fiyatları da aynı paralelde 25 YTL’ndan başlayarak 1.500 YTL’na kadar değişiyormuş. Hayvan başlı, T başlı, top başlı, mahmuzlu başta olmak üzere 100’e yakın çeşitte üretilen bastonlara burma, kakma, kabartma, oyma ve yakma teknikleri uygulanarak Türk motifleri ve kemik işlemeleri yapılıyor.
Yapılış aşamalarını imalathane kısmında anlatan Refa Bey, kendilerinin 4 cm uzunluğundaki dünyanın en küçük bastonunu da ürettiklerini ve bunun için Guinness’e başvurduklarını belirtti. Hepsi birbirinden güzel, el emeği göz nuru bastonları, ayrı bir bölümde sergilenmişti. Bu kadar güzel bastonlardan arasından bütçemize uygun bir tanesini satın aldık. Refa Bey üzerine ismimi yazdığı bastonu, daha sonra kadife koruyucu içinde teslim etti.
Refa Gökbulak’a teşekkür ederek Bitlis’e gitmek üzere hareket ettik. Ahlat’dan çıkmak üzereyken yol kenarındaki Selçuklu Mezarlığı’da durduk. Yaklaşık 200 dönüm arazi üzerinde yer alan ve dünyadaki en büyük Türk İslam Mezarlığı olan Selçuklu Mezarlığı’nda irili ufaklı 4400 mezar bulunduğu söyleniyor. Mezarların 12 adedi kurgan denilen ve içindeki cesetlerin mumyalanmış olduğu Orta Asya Türk Tümülüs mezarlarından oluşuyormuş. Üzerinde 12 Hayvanlı Türk Uygur Takviminin hayvanlarından örneklerin yer aldığı Şahideli Mezarlar ile makamlara göre yapılan sandukalı mezarlar, diğer mezar türleri imiş. Şahideli mezarlara ait olan ve bazılarının yüksekliği 3 metreye kadar ulaştığı söylenen mezar taşları karşısında etkilenmemek mümkün değil.
Saat 13.00 olmuştu ve biz daha Bitlis’te gezip, büryan kebabı yiyecektik. Bu nedenle yolda başka bir yerde oyalanmadan Tatvan üzerinden Bitlis’e ulaştık. Bitlis’e girişte 7-8 katlı binalar görüyoruz. Bir kısmı TOKİ tarafından yaptırılan binaların yanı sıra Polis Okulu, Endüstri Meslek Lisesi, DSİ ve diğer bir kısım resmi kuruluşların binalarının da yer aldığı bu kısım Bitlis-Tatvan arasındaki Rahva Ovası imiş. Bitlis bu tarafa doğru büyümeye başlamış ve bu yeni yapılanma nedeniyle ileride de Bitlis ve Tatvan’ın birleşme ihtimali oldukça kuvvetliymiş.
Yeni yerleşimleri geçtikten sonra Bitlis’in içine giriyoruz ve bir anda kendimizi tek veya en fazla üç katlı binalarla çevrili dar bir caddede buluyoruz.
Deniz seviyesinden 1550 m yükseklikte ve tarih boyunca Doğu Anadolu ile Güneydoğu Anadolu uygarlıkları arasında bağlantıyı sağlamakta oldukça önemli bir rol üstlenen Bitlis Çayı vadisinin içine kurulmuş olan Bitlis’in tarihi ile ilgili olarak kesin bir bilgi bulunmuyormuş. Yerleşimin Neolitik çağa kadar uzadığı yönünde bir takım söylentiler varsa da, bugüne kadar gerçekçi bir arkeolojik çalışma yapılmamış olması nedeniyle Bitlis ile ilgili olarak yazılı tarih öncesi herhangi bir bulguya da rastlanamamış.
Tarihi yapıların ağırlıkta olduğu bir vadi içinde kurulduğundan “ Vadideki Güzel Şehir” diye anılan Bitlis’in bilinen geçmişinin Asurlular ve Urartular’a dayandığı varsayılıyor. Asurlular, Urartular ve Medler yönetimi altında kalan Bitlis, daha sonra Pers Krallığının kurulması ile 2. Darius tarafından ele geçirilmiş. M.Ö.4. yüzyılda Makedonya Kralı Büyük İskender’in yönetimi altına giren ve M.S.2. yüzyılda Doğu Roma İmparatoru Trayan tarafından ele geçirilen Bitlis, 7. Yüzyıla kadar Bizans yönetiminde kaldıktan sonra, 641 yılında Halife Ömer’in komutanı İyaz tarafından fethedilmiş. Emeviler ve Abbasilerden sonra, Selçuklu, Moğol, Şerefoğulları, Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Safevi dönemlerini yaşayan ve 1514 yılında Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katılan Bitlis, birkaç defa İranlılarla Osmanlılar arasında el değiştirdikten sonra, 1683 yılında kesin olarak Osmanlı sınırları içinde kalmış.
Bitlis adının nereden geldiği tam olarak bilinmemekle birlikte bu konuda birçok söylenti bulunuyormuş. Bunlardan en ünlüsü ise Büyük İskender’e dayandırılıyormuş. Makedonya Kralı Büyük İskender, Hindistan seferi sırasında Bitlis’ten geçerken buranın doğal güzelliklerine ve şifalı sularına hayran kalmış. Bedlis ismindeki komutanını yanına çağırarak buraya müstahkem bir kale yapmasını emretmiş. Komutanına; “Ben seferden dönünceye kadar buraya öyle bir kale yap ki, benim gibi bir kral veya kumandan dahi onu ele geçiremesin. Böylece bu kalenin ve yerin ismi kuşaktan kuşağa, yüzyıldan yüzyıla ebedileşsin” demiş. Bu emri alan Bedlis ismindeki komutan hemen işe başlamış, bir yıl gibi kısa bir sürede M.Ö. 331 tarihinde bugünkü kaleyi yapmayı başarmıştır.
Hindistan ve İran seferinden dönen İskender şehre geldiği zaman karşısında muazzam bir kale görmüş ve Bedlis’e haber göndererek kaleyi teslim etmesini istemiştir. Bedlis ise kaleyi teslim etmeyeceğini, savaşa hazır olduğu bildirerek İskender’in teklifini reddetmiş ve kale kapılarını kapatmış. Bunun üzerine bütün güçleriyle kaleyi kuşatmaya başlayan Büyük İskender günlerce uğraşmış, kaleyi alamayacağını anlayınca kuşatmayı kaldırarak Rahva ovasına doğru geri çekilmiş. İskender’in çekildiği gören Bedlis, Rahva ovasında İskender’in atının ayağına kapanıp bir zarf içinde kalenin anahtarını sunmuş ve kendilerini kaleye davet etmiş. Kalenin anahtarlarını alan Büyük İskender; “Bre mel’un, madem ki anahtarı verecektin, niye asi olup bu kadar adamımı kırdırdın” demesi üzerine Bedlis, İskender’den Affını dileyerek; “Ey büyük fatih! Benim sana karşı başkaldırmam ve direnmem, senin daha önce vermiş olduğun emrin gereği idi. Sen; benim gibi bir kralın alamayacağı bir kale yapmamı emretmiştin. Senin emrin üzerine yaptığım bu kalenin ne kadar sağlam, fethedilmesinin ne kadar imkansız olduğunu ispat etmek amacıyla bu cüreti gösterdim. Şimdi ben ve kuvvetlerim hareketimizden dolayı uygun göreceğiniz cezaya razı olarak emrinizdeyiz” demiş.
Komutanın bu sözlerini çok beğenen İskender, komutanını ödüllendirmek için şehrin yönetimini bu komutanına devrederek ve şehre Bedlis adını vermiş ve o günden sonra şehrin ismi Bedlis kalmış. Zamanla bazı harf değişikliklerine uğrayan bu isim, günümüzde Bitlis’e dönüşmüş.
Bitlis Çayı’nın iki kolu Rabat ve Kosur ‘un birleştiği yerde bulunan Bitlis Kalesi, bütün vadiyi dolduran ve surlarına kadar yaslanan betonarme yığınlar nedeniyle artık eskisi kadar görkemli değil ne yazık ki.
Bitlis’te park yeri bulmanın oldukça zor bir iş olduğunu öğreniyoruz. Arabalarımız Nevzat Bey’in sahibini tanıdığı bir dükkanın önüne park ederek Büryan Kebabı için, Bitlis’in önde gelen büryancılarından olan Muhittin Usta’nın lokantasına gidiyoruz. Anadolu’nun bazı yörelerinde yapılan Tandır Kebabına benzemekle birlikte yapılışı oldukça farklı olan Büryan Kebabı için “hevür” denilen erkek keçi (teke) eti tercih ediliyormuş. Özel olarak seçilen etten gövde halinde, parçalanmadan hazırlanan büryan iyice yıkandıktan sonra tuzlanıyormuş.
Tandırın içinde yakılan ateşin kor haline gelmesi beklendikten sonra, tandırın dibine bakır bir kazanda bir miktar su konuluyor. Tandırın ağzı, gövde halindeki et yerleştirildikten sonra kapakla kapatılıp, etrafı kırmızı çamurla hava almayacak şekilde sıvanıyormuş Kapalı ve sıcak ortamda gövde halindeki etler pişerken, kazandaki suyun buharı ile de yumuşak bir hal alırmış. Pişen büryan kebabı kancaya asılarak, bıçakla parçalara ayrıldıktan sonra servise hazır hale geliyormuş.
Açık pidelerin arasında servis yapılan büryan kebabımızı yedikten sonra, Bitlis turuna başlıyoruz. Şehir içindeki dar sokaklarda yer alan çarşı içinde gezerken, Nevzat Bey’e, birçok cami bulunan Bitlis’teki beş minarenin hangileri olduğunu sorduk. Nevzat Bey, Bitlis’te beş minarenin sadece türküde geçtiğini belirterek, türkünün kaynağına ilişkin hikayeyi anlattı.
Rus işgali sırasında bir harabe şehir görüntüsü alan Bitlis’ten kaçan bir baba ve oğul, düşmanın çekilmesinden sonra savaş esnasında Bitlis’e dönmek üzere yola çıkarak şehre hakim konumdaki Dideban Dağı eteğine varmışlar. Baba, şehirde canlı kalıp kalmadığını öğrenmek için oğlunu şehre göndermiş. Bir süre sonra oğul geri dönmüş ve uzaktan babasına şöyle seslenmiş :
“ Şehirde yaşama dair hiçbir iz yok; sadece beş tane minare ayakta kalmış.”
Bunu duyan baba yıkılır, diz çöker ve şöyle bir ağıt yakarak oğlunu yanına çağırır.
“Bitlis’te beş minare, beri gel oğlan beri gel.
Yüreğim dolu yare, beri gel oğlan beri gel.”
Bu ağıt zamanla türkü ve manilere konu olarak günümüze kadar gelmiş.
Çarşı içindeki gezimiz sırasında, bazı dükkanların önündeki pırasaya benzer saplı yeşil bir bitki gözümüze çarptı. Nevzat Bey, bu bitkiye yayla muzu denildiğini ve oldukça lezzetli bir tadı olduğunu söyledi. Satıcının ikram ettiği bir parçayı tattık. Hafif ekşimtrak, ama gerçekten oldukça lezzetliydi.
Birbiri içine geçmiş gibi duran dükkanları seyrederek, şehir merkezinin güneyinde, Rabat ve Kosur derelerinin birleştiği yerde kurulmuş ve camii, medrese, imaret, türbe ve hamam kısımlarından oluşan Şerefiye Külliyesine geldik. Kitabesine göre, 1529 tarihinde IV. Şerefhan tarafından yaptırılmış olan ve yapımında kesme taş kullanılmış olan külliye içinde yer alan Şerefiye Camii’nin mimari zenginliği ve özellikle giriş kapısındaki süslemeler dikkat çekiyor. Şerefiye yapı topluluğunun bir bölümünü oluşturan ve avlunun doğusunda caminin giriş kapısına bitişik olan Şeref Han Türbesi ise, giriş kapısı üzerindeki kitabesinde yazdığına göre Emir Şeref oğlu Emir Şemseddin tarafından IV.Şeref Han için 1533’de yaptırılmış.
Şerefiye Camii’nden Ulucami’ye yürürken, dağın yamacına yaslanmış eski Bitlis evleri dikkatimizi çekiyor. Genellikle yüksek bir duvarın sokaktan ayırdığı ve düzgün kesme taştan, üzeri toprak damlı olarak inşa edilen Bitlis evlerinin, dışarıdan donuk bir mimari özelliğe sahip olmasına rağmen içeride özgür ve özgün bir mimari anlayışı yansıttığı, taç kapılı girişlerinden içeri girildiğinde ise taş döşemeli avlular ve çeşitli meyve ağaçlarının süslediği bahçeleriyle oldukça ferah bir görünüm verdiği ifade ediliyor.
Ne yazık ki, bir zamanlar sayıları binlerle ifade edilen, taş işçiliğinin nadide eserlerinin bir arada görülmesine imkan sağlayan Bitlis evleri, bürokratik duyarsızlık ve ev sahiplerinin tamirat ve restorasyon için gerekli maddi kaynağa sahip olmamaları yüzünden bir bir yıkılıyormuş. 244 adet tarihi yapının günümüze kadar ulaşabildiği evler, bir yandan çevrelerinde biten çok katlı çirkin betonarme yapılara inat güzelliklerini göstermeye çalışırken, bir yandan da ağır kış şartları ve bürokrasinin hantal yapısıyla mücadele ederek ayakta durma savaşı veriyormuş.
Bitlis içindeki gezimiz sırasında Nevzat Bey’e, şehrin içinden geçen Bitlis Çayı’nı sorduk. Bitlis Çayı’nın Şerefiye Külliyesinin hemen yanından geçtiğini, ama fark etmememizin doğal olduğunu söyleyince şaşırdık ve de üzüldük. Niteliksiz ve özensiz yapılaşmanın yanısıra, tam üzerine yapılan işhanları nedeniyle, kentin kuruluşunda en önemli rolü üstlenen ve üzerinde 24 adet taş köprü bulunan Bitlis Çayı artık neredeyse hiç görünmüyor.
Bitlis’te yapım tarihleri genelde Selçuklular dönemine kadar uzanan ve çeşitli kaynaklarda 50 adede yakın olduğuna yer verilen camilerin bir kısmı kullanılamaz hale gelmiş, bir kısmı da yapılan tamiratlar sonucunda mimari özelliklerinin çoğunu kaybetmiş. Şehir içi gezimizin ilk durağı olan Şerefiye Külliyesi yanı sıra, Ulucami, Kızıl Mescit, Kureyşi Camii ve Gökmeydan Camii gibi birkaç tarihi eser, mimari özelliklerini kısmen de olsa korumayı başarabilmişler.
1150 yılında Ebu’l Muzaffer Muhammed tarafından yaptırılan Ulucami şehir merkezinde yer alıyor. 1492 yılında eklenen ve Osmanlı mimari özeliklerini taşıyan minaresi ise restorasyon çalışmaları sonucunda asıl özelliğini kaybetmiş.
Ulucami’nin 50 metre kadar doğusunda bulunan Kızılmescit’in ise ne zaman yapıldığı tam olarak bilinmiyor. Ancak kitabesinde 1507 ve 1863 yılarında onarım gördüğü yazıyormuş. Adını yapımında kullanılan yöreye özgü kırmızı taşladan aldığı söyleniyor.
Zeydan Mahallesi’nde bulunan ve ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı belirlenememiş olan Kureyşi Camisi’nin tavan örtüsünün sivri tonozlu oluşu nedeniyle XII.yüzyılda Selçuklular döneminde yapıldığına inanılıyor. Bir başka söylentiye göre ise Arabistan’daki Kureyşi kabilesinden bir kişi Bitlis’e gelip yerleşmiş ve bu camiyi yaptırmış. Bu yüzden de camiye Kureyşi Camisi ismi yakıştırılmış.
Gökmeydan Mahallesinde yer alan ve camii kitabesinde 1801, minare kitabesinde ise 1924 tarihleri kayıtlı olan Gökmeydan Camii ise çok kaliteli bir işçilik ile yer yer bilezikler, rozetler, kaval silmeler ve üçgenlerle süslenmiş minaresiyle dikkat çekiyor. Ancak belirtilen tarihlerin onarım tarihleri olduğu, caminin bu tarihlerde temelinden itibaren yıkılarak eski parçaların eklenmesi ile yeniden yapıldığı düşünülüyormuş.
İhlasiye Medresesine gitmek üzere arabamızı park ettiğimiz yere yönelmişken Nevzat Bey, Bitlis’e kadar gelmişken bir de balımızı görün diyerek bizi cadde üzerindeki İkizler Balcılık’a ait dükkana soktu. Türkiye’ de en çok bal üreten iller arasında yer alan Bitlis, coğrafi konumu itibariyle dağlık ve yayla olması, temiz doğası ve çok çeşitli kır çiçekleriyle arıcılık için çok elverişli koşullara sahipmiş. Altın sarısı rengi yanında saf ve tam anlamıyla katkısız oluşu Bitlis balının en önemli özelliği imiş. Aldığımız birkaç kilo karakovan balı, arabamızda yer olmadığı için dükkan sahibi tarafından kargo ile İstanbul’a gönderildi.
Bal alımını da tamamladıktan sonraki durağımız ise İhlasiye Medresesi oldu. Gökmeydan Mahallesinde bulunan ve döneminin en önde gelen bilim merkezlerinden biri olan İhlasiye Medresesi Selçuklular tarafından 1216 tarihinde yaptırılmış. Kitabesine göre 1589 tarihinde Bitlis hanlarından 5.Şerefhan tarafından onarılmış. Klasik Selçuklu mimarisinin tüm özelliklerini taşıyan ve Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmak üzere restore edilen yapı Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü hizmet binası olarak kullanılıyor. Bahçesinde Şerefhan oğullarına ait Veli Şemsettin, Ziyaeddin Han, II.Şerefhan ve Üç Bacılar Türbeleri bulunuyor.
İhlasiye Medresesinin bahçesinde yer alan binaların birinde ise adına Harik denilen Bitlis yöresine has ayakkabı yapılıyor. Kendir ipi, keçi kılı ve yün iplikle yapılan, ayağı serin tutması yanında taşlı arazide yürümeyi kolaylaştıran bu ayakkabı halkoyunlarında, özel günlerde ve süs olarak şark köşesinde kullanılıyormuş.
Şehir merkezinden ayrılarak Bitlis’in hemen çıkışında, Tatvan yolu üzerinde yer alan ve 1502 yılında Van Beylerbeyi olan Hüsrev Paşa tarafından yaptırılan El Aman Hanı’nı da görmek için duruyoruz. 90 metre uzunluğu ve 70 metre genişliği ile Anadolu’nun en büyük kervansaraylarından biri olan El Aman Hanı, dükkanları, cami ve hamamı ile bir külliye imiş. Restorasyon çalışmaları yapılan ve bu nedenle izin alarak gezebildiğimiz hanın, restorasyondan sonra otel veya iş merkezi olarak işletilmesi düşünülüyormuş. Sahip olduğu özel mimari güzelliği de dikkate alınırsa otel olarak işletilmesinin gerçekten çok isabetli olacağını düşünüyoruz.
El Aman Hanı gezimizi de tamamladıktan sonra Tatvan’a geri dönüyoruz. Nemrut Gölü’deki muhteşem doğa, Ahlat’taki gizem dolu açık hava müzesi, Bitlis’deki tarihin kokusu derken 8 saati doldurmuş ve saat 16.00 yı bulmuştu. Bir tatil gününü bizi gezdirmek için harcayan Nevzat Bey’le birlikte, günün yorgunluğunu atmak için Tatvan’ın Van Gölü kıyısında yer alan çay bahçesine gidiyoruz. Uzunca bir sohbetin ardından, Nevzat Bey’e teşekkür ederek, ertesi günkü Elazığ yolculuğumuz için hazırlık yapmak ve dinlenmek için otelimize geri dönüyoruz.
11.12.13.14. günler nezaman olacak, arkası yarın programı gibi izliyoruz valla, eğer fiilen bu gezilerde yer almamış olsaydım bundan sonra ne olacak diye merakdan çatlardım herhalde. Eline sağlık hocam
BeğenBeğen
bunu yayınladığınız için teşekkür edeim güzel bitlisimizi çok güzel tanıtmışsınız
BeğenBeğen