Gün |
6 |
Güzergah |
Erzurum – Tortum – Uzundere – Yusufeli |
Mesafe |
147 km |
Seyahat Süresi |
4 saat |
Erzurum Öğretmenevi’ndeki kahvaltıdan sonra Yusufeli’ne gitmek üzere saat 08.00 de hareket ettik. Yusufeli yolunun nasıl olduğunu bilmediğimizden, yağmurlu havada seyahat etmek endişesi içindeydik. Ancak, dünkü yağmura nispet yaparcasına, Erzurum üzerinde masmavi ve güneşli bir gökyüzü bizi bekliyordu.
Yusufeli’ne Erzurum’un ilçelerinden Tortum ve Uzundere içinden geçen Erzurum – Artvin yolu ile gidiliyor. Oldukça güzel bir asfalt kaplanmış geniş bir yolda seyahatimize başladık. Erzurum – Yusufeli arası 137 km. Yaklaşık 2 saatte gideriz diye plan yaptık. Ne yazık ki bu sevincimiz kısa sürdü. Çünkü 15’nci kilometreden sonra duble yol inşaatı vardı ve yol kamyon ve iş makineleri nedeniyle kullanılamaz hale getirilmişti. Dolayısıyla hızımızı 35-40 kilometreye düşürmek zorunda kaldık.
Erzurum’da çıktıktan 30 km. kadar sonra Karagöbek Köyü yakınlarında, bulutlar nerdeyse yola kadar inmişti. Bu muhteşem doğa olayını hemen görüntüledik tabii ki.
Kargöbek Köyünden 20 dakika kadar uzaklıkta yol kenarındaki bir dağın yamacında peribacaların ve daha sonra Tortum’da yol kenarından ilçenin fotoğraflarını çektik. 35 km süren yol inşaatının sona erdiği Tortum’dan sonra yol düzelmişti. Pehlivanlı Köyü yakınlarında bir asma köprü ile Kireçli Köprüsü, Dikyar Köyü yakınlarında ise Engüzek Kalesi için durduk.
Uzundere ilçesine 5 km uzaklıkta olan ve inşa tarihi bilinmeyen Engüzek Kalesi’nin Bizanslılardan kalmış olduğu söyleniyor. Engüzek, cevizli demekmiş. Oldukça dik kayalıklar arasında ve bir kayanın tepesinde yer alan kale, dikkatli bakıldığında kayalıklardan ayrılabiliyor. Herhangi bir yolu bulunmayan, Engüzek Kalesi’ne ancak gerekli dağcı ekipmanları ile çıkıldığında su kuyusu, tapınağı, çok yüksek burçları, gözetleme kuleleri, gizli su yolları, hamamı, uzun ve dolambaçlı yolları gezilebilirmiş. Kalenin bulunduğu kayalıkların önünde ve Karaçay kenarında bir kamp yeri vardı.
Tam yola koyulacakken uzaktan bize bakan küçük bir kız çocuğu gördük. Aklımıza, gezimize hazırlanırken karşılaşacağımız çocuklara dağıtmak için yanımıza aldığımız kırtasiye malzemeleri ve diğer küçük hediyelikler geldi. Adının Serap olduğunu öğrendiğimiz küçük kız yüzünde utangaç ve çekingen bir ifade ile yanımıza geldi. Küçük hediyelerimizden kendisine verdik. İlkokulda okuyormuş. Yanındaki hanım, kızın kimsesinin olmadığını, kendisi ile beraber kaldığını söyledi.
Serap’ı geride bırakarak yolumuza devam ettik. Uzundere’yi 8 km geçtikten sonra Tortum Gölü’ne geldik. Karayolu, Tortum Çayı’nın göl ile birleştiği noktadan itibaren gölün kenarından virajlarla yavaş yavaş yükselmeye başlıyor. Gölü seyredebilmek için, yol kenarına küçük cepler yapılmış. Biz de bir tanesinde durduk. Nefis bir manzara ile karşı karşıya kalmıştık.
Tortum Gölü, 1300’lü yılların ortalarında Uzundere ilçesi Balıklı Köyü batısında bulunan bir dağın heyelan sonucu gölün kuzey ucunda Tev Vadisi’nde Tortum çayının önünü kapatmasıyla oluşmuş. 6.6 km2 yüz ölçümüne sahip olan gölün, uzunluğu 11 km, genişliği 600-1000 metre arasında değişiyormuş. Göl yüzeyinin denizden yüksekliği 1.027 m, derinliği ise kuzey bölümünde ağız tarafında 150 metreyi buluyormuş. Karayolunun geçtiği batı yamaçlarında çok daha dik ve kayalık bir yapı göze çarpan gölün doğu kıyılarını ise peribacaları süslüyormuş. Ancak, peribacaları gölün batı kıyısından görülemiyor. Gölde alabalık ve aynalı sazan ağırlıklı kafes balıkçılığı yapılıyormuş. Tortum Şelalesi’ne doğru yola devam ettiğimiz anda, birden gökyüzünden süzülen kartal benzeri büyük bir kuş gördük. Biz fotoğraf makinelerimizi açıncaya kadar gözden kayboldu. Tekrar gelir umuduyla beklememize rağmen bir daha görünmedi ne yazık ki.
Yaklaşık 10 km sonra ülkemizin en yüksek şelalesi olan Tortum Şelalesi’ne ulaşılıyor. Tortum Gölü’nün kuzey ucunda, gölün oluşmasına neden olan heyelandan sonra göl havasının sularla dolmasıyla gölden çıkan çay 2 km uzakta eski vadisine yine ulaşmış, bu yol üzerinde Tortum Şelalesi oluşmuş. Uzundere halkı tarafından şelaleye öz Türkçe karşılığı olarak “sudökülen” deniyormuş.
Tortum Şelalesi’nde, 22 metre genişlik ve 48 metre yükseklikten düşen sulardan savrulan zerreciklerinin güneşli havalarda oluşturduğu gökkuşağı doyumsuz bir görüntü ortaya çıkarıyor. Şelale en coşkulu akışına, göldeki su düzeyinin en yüksek olduğu Mayıs ve Haziran aylarında ulaşıyormuş. Bu yönden şanslıydık. Mayıs ayında ve suyun en bol olduğu dönemde idik.
Yukarıdan dökülen suların düştüğü dipteki çukura demir korkuluklu, oldukça uzun taş merdivenlerden iniliyor. Merdivenlerin sonundaki ahşap köprüden geçildikten sonra, inişteki merdivenlerin bir eşi ile 1952 yılında yapılan Tortum Hidroelektrik Santralı’na çıkılıyormuş. Ama bunu yapmak için ayağınızda altı lastik olmayan ve kaymayan bir ayakkabı olması şart. Çünkü merdivenler, şelaleden dökülen sular nedeniyle oldukça kaygan.
Yörenin önemli bir mesire yeri olan şelalenin etrafında özel işletmeye ait bir tesiste, köfte veya balık yiyebilir, çayınızı içebilirsiniz. Burada bizi rahatsız eden konu ise, bu tür doğa harikalarında görmeye aşina olduğumuz ortalığa saçılmış naylon poşetler oldu. Ne yazık ki, işletmecilerin tüm iyi niyetlerine rağmen bunun önüne geçilemiyor. Eğitim şart!..
Tortum Şelalesi’nden ayrıldıktan sonra, Tortum Çayı’nın Mescitli Dağları’nın doğu ucunda oluşturduğu, iki tarafında dik kayalıklar olan vadinin içinden yolumuza devam ediyoruz. Vadinin içinde geçerken, yukarıdan bir kaya düşme tehlikesini de düşünmedik değil.
Vadiyi takip ederek Yusufeli – Artvin yol ayrımına geldiğimizde, en son Borçka’da bıraktığımız Çoruh Nehri tekrar önümüze çıktı. Ama burada, Borçka’dakinden daha deli akıyor.
Sapaktan sola dönerek bir tarafı Çoruh Nehri, diğer tarafı dik ve yüksek kayalıklar olan yolu takip ederek 10 km’lik yolu takip ederek saat 12 civarında Yusufeli’ne ulaşıyoruz.
Yusufeli, ilçenin içinden geçen Barhal Nehri’nin, bir kolu olduğu Çoruh Nehri ile birleştiği vadide denizden 560 metre yükseklikte kurulmuş. Etrafı Kaçkar Dağı ve Altıparmak Dağları ile çevrilmiş olan 6400 nüfusa sahip ilçe merkezi, Barhal Nehri’nin iki tarafına yayılmış durumda.
Kuruluşu orta çağda Bağratlılar dönemine denk gelen Yusufeli, özellikle rafting tutkunlarının tercih ettiği yerlerin başında geliyor. Çoruh nehrinin Yusufeli sınırları içerisinde seyreden 127 km’lik kısmı rafting ve kano gibi su sporları için en uygun ve en zorlu parkurları (5 ve 6 zorluk derecesinde) oluşturuyor. Rafting için en uygun zaman Mayıs ayının son haftaları ile Eylül ayları arasındaymış.
Coğrafi konum itibariyle çok engebeli, dağlık ve kayalık bir alana sahip olması nedeniyle dağcılık ve trekking gibi diğer doğa sporları içinde elverişli koşulları sağlayan Yusufeli ve köylerinde çok sayıda, otel, motel ve pansiyonlar bulunuyor.
Biz, internette Yusufeli Kaymakamlığı’na ait web sitesinden bulduğumuz ve tüm diğer illerdeki konaklamalarımızda olduğu gibi telefonla rezervasyonumuzu yaptırdığımız Barhal Otel’i tercih etmiştik.
İstanbul’dan çıkarken Doğu Karadeniz’in yağmurlu ve soğuk olacağını tahmin ederek, yanımıza kalın kışlık giysilerimizi ve botlarımızı da almıştık. Bunlarda arabanın bagajında oldukça yer kaplıyordu ve Doğu Anadolu’da alınabilecekler için de yer açmamız lazımdı. Bu nedenle Yusufeli’nden sonra ihtiyacımız olmayacağını düşündüğümüz eşyalarımızı kargo ile İstanbul’a ailelerimize gönderdik. 3 koli eşyadan sonra bagaj oldukça rahatlamıştı. Otelin sahibi olan Selim Yılmaz’ın bize eşyalar için koli bulma çabalarını hala unutamayız.
Eşimin, 45 yıl önce babasının görev yaptığı bu şirin ilçede çocukluğunu geçirmesi ve bir kez daha görmek istemesi nedeniyle Yusufeli’ni gezimiz güzergahına dahil etmiştik.
Eşyalarımızı Sürat Kargo’ya verdikten sonra, otelin önündeki kahvehanede bize çay ısmarlayan Selim Bey’e, Ülgen’in çocukluğunda tanıdığı ve imam olarak anılan Hüseyin Bey isimli bir kişiyi sorduk. Tesadüf bu ya, gerçekten tanıyorlarmış. Haber gönderildi. Birkaç dakika sonra uzaktan bir kişinin Ülgen’in ismini bağırarak koşuşuna şahit olduk. Meğer Hüseyin Amca imiş. Aradan 45 yıl geçmesine karşın, Ülgen’i uzaktan hemen tanıması ve sarılması hepimiz duygulandırmıştı.
Hüseyin Amca ile sohbetimize akşam devam etme kararı alarak, bizi bekleyen taksi ile Yusufeli’nde Bağratlılar döneminden gelen kilise ve manastır kalıntılarını görmek üzere yola çıktık. Taksi kullanma nedenimiz, köylerin de dışında bulunan harabelerin yolunu bilmememiz ve ayrıca yolların oldukça bozuk olduğunu öğrenmemizdi.
Şöförümüz Mustafa Söyler öğretmen emeklisi imiş. Emeklilikten sonra taksicilik yapıyormuş. İlk olarak Yusufeli’nin batısında bulunan Tekkale Köyüne gidiyoruz. Tekkale köyü İspir yolu üzerinde ve Yusufeli’ne 7 km. uzaklıkta. Köye girerken tam karşınıza yüksek bir kayanın tepesinde, köyün adını da aldığı Tekkale çıkıyor. Aslında bir kaleden çok, gözlem ve kontrol kulesine benziyor. Benzerlerine Yusufeli civarında çok sık rastlamak mümkün. 25 adet civarında olduğu söylenmişti.
Tekkale köyünden kuzeye yöneliyoruz. Yemyeşil ormanların arasından ve şırıltıları kulağa oldukça hoş gelen bir derenin kenarından devam eden 7 km.’lik yol, bize anlatıldığı gibi iki aracın birlikte geçemeyeceği şekilde birden daralıyor.
Nitekim, yolda birkaç kez karşıdan gelen araçlara yol vermek zorunda kaldığımız gibi, ön aksı kırılan bir kamyonet nedeniyle yarım saatlik zorunlu bir mola vermek zorunda kaldık. Kamyonet yol kenarındaki ufak boşluğa çekildikten sonra Dörtkilise’ye ulaşıyoruz.
Köyün mezrasında, meskun mahalden uzak, vadinin içinde bulunan manastır, kompleks bir yapı olup, kilise, trapeza ve seminer odası ile bu yapı topluluğunun güneydoğusunda ayrı olarak inşa edilen şapelden oluşuyor. Yapı, Bağratlı krallığınca IX.YY. sonunda kurulmuş ve XVI.YY. sonlarında işlevini yitirerek terkedilmiş olmasına rağmen günümüze ulaşmayı başarmış. Zamanında yörenin en büyük eğitim amaçlı kurumlarından biriymiş.
Bu muhteşem yapının günümüze ulaşmayı başarmasına rağmen, bundan sonra korunabileceğinden emin olamadık. Çünkü içine girdiğimizde, bizim Tosun’ların da buralara uğradıklarını ve tüm duvarların saçma sapan yazılarla kirletildiğini gördük. Ayrıca, yamaçta yer alan yapıya, Tosun’ların yanı sıra, şiddetli yağmurlarda oluşan sellerinde önemli ölçüde zarar verdiğini ve bir kısım duvarların yıkılmak üzere olduğunu gözlemledik. Yusufeli’nin en çok ilgi çeken ve özellikle de Gürcülerce çok sık ziyaret edilen 3 yapısından biri olan bu eserin korunması için neden bir önlem alınamadığını anlamadık.
Dört Kilise ve etrafının fotoğraflarını çektikten sonra, Barhal Kilisesi’ne gitmek üzere hareket ettik. Barhal Kilisesi’ne tekrar Yusufeli’nin içinden geçerek, bu kez kuzeye doğru olan köy yollarından gidiliyor.
Bu yol, bize Dörtkilise yolunu arattı. Dört Kilise yolu dar olmasına rağmen oldukça düzgün bir asfalt kaplamaya sahipti. Barhal yolu ise, karlar ve dağlardan gelen seller nedeniyle oluşan çeşitli çukurlarla kaplıydı. Her iki yanındaki dağlardaki karların erimesi ile yamaçlardan aşağıya akan sularla kaplı olan bu yol için gereken aslında bir arazi aracıydı.
Yol üzerinde Tekkale’ye benzer şekilde bir kayalık tepenin üzerine inşa edilmiş gözetleme kulelerinden iki tane daha gördük. Adları Kisparot Kalesi ve Ahalt Kalesi imiş. Kisparot Kalesi surlarının oldukça sağlam olduğu, ancak Ahalt Kalesi’nin ise çok az bir kısmının ayakta kalabildiği görülüyordu.
Yolda bir köy okulunun dağılma saatine denk geldik. Önümüzde bir annenin, biri sırtında üç kız çocuğu ile yürüdüğünü görünce durduk. Çocuklara kırtasiye ve toka gibi küçük hediyelerimizden verdik. Sevinçleri görülmeye değerdi.
Sarıgöl köyünün girişinde yol üzerinde arena benzeri bir alan gördük. Şöförümüz Mustafa Bey, buranın boğa güreşi yapılan yer olduğunu söyledi. Yusufeli’nde boğa güreşi bir gelenekmiş ve özellikle Nisan – Mayıs aylarında bir şölen havası içinde yapılırmış. Boğa güreşlerinin yapılma nedeni ise turistik bir gösteriden öteye, bir zorunlulukmuş. Çünkü, boğalar kışın ahırlarda beslendiklerinden ve dışarı bırakılmadıklarından ilkbaharın yaylalara otlatılmaya götürüldüklerinde; birbirleriyle kavga ederlermiş. Yusufeli’ndeki arazi yapısı dağlık olduğundan bu kavgalarda güçsüz olan boğalar bazen kayalardan aşağı düşerek ölürlermiş. En sonunda buna boğaları yaylalara salmadan önce güreştirerek çözüm bulmaya çalışmışlar. Yapılan boğa güreşleri sayesinde güçlü olan boğa diğerleri tarafından tanınmakta böylece dağlara çıktıklarında boğalar artık kavga etmezlermiş.
Sarıgöl köyünü geçtikten biraz sonra ağaçlar ve yapraklar arasına gizlenmiş Ayı Hamamı denilen küçük bir şelalede durduk. Şelalenin küçük havuzların yıkanan ayılar nedeniyle bu isim verilmiş. Ah bu ayılar yok mu? Her şeyin en iyisini bilirler. Armudun da, hamamın da!..
Yusufeli’nin 12 km kuzeybatısındaki Altıparmak Köyü’ne geldikten sonra, köyün içinden sol tarafa ayrılan yola saptık. Köy merkezinden 2 km uzaklıkta Barhal Çayı’nın sağ yamacında bulunan Barhal Kilisesi, aslında bir manastır kompleksinin parçasıymış. Geçen yıllardan sonra günümüze sadece kilise ulaşabilmiş.
El yazması bir kitapta manastırın 10.yüzyılda 2.Bağrat döneminde, Vaftizci Yahya adına yaptırıldığının yazıldığını öğrendik. Planı ve boyutları ile Dört Kilise ile büyük bir benzerlik gösteriyor. Dört Kilise’ye nazaran oldukça sağlam durumda olan bina, günümüzde cami olarak kullanılıyor. Bizim ulaştığımız saatlerde kapalı olduğu için içini gezemediğimiz yapıdan ayrılmak üzere iken, köyden yaşlı bir hanım torbasındaki el örme çorapları satmak için yanımıza geldi. Çok güzel yöresel desenlere sahip çorapları kendisinin ördüğünü, burayı gezmeye gelen turistlere satarak geçimini sağladığını anlattı. Bu arada İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın da bu köyden olduğunu öğrendik.
Barhal gezimizi tamamlayarak, geldiğimiz yoldan tekrar Yusufeli’ne döndüğümüzde akşam olmak üzereydi. Şöförümüz Mustafa Bey’e taksi ücretini ödeyip, teşekkür ettik.
Akşam yemeği için otelin altındaki Barhal Restaurant ile konuştuktan sonra, akşamın alacakaranlığında Yusufeli’ni dolaşmaya çıktık. Ülgen’le çocukluğunun geçtiği yerlerde gezdik.
Bir ana caddesi bulunan Yusufeli’nde tüm hükümet binaları ve ticari faaliyet bu caddenin üzerinde yer alıyor. Gittiğimiz tarihlerde sadece Ziraat Bankası vardı. Diğer banka şubeleri birer birer kapatılmış. Bunda en büyük etkenin ise Yusufeli’nin en fazla göç veren ilçelerden biri olmasıymış.
Özellikle de yapımına başlanmak üzere olan Yusufeli Barajı, ilçedeki ticari faaliyete önemli bir sekte vurmuş, dolayısıyla göçü hızlandırmış. Yusufeli içinde emlak piyasası diye bir şey kalmamış. Yusufeli Barajı konusunda yöre halkının genelde hemfikir olduğunu gözlemledik. Herkes ülkenin enerjiye ihtiyacı olduğunun farkında, ama niye Yusufeli diye soruyorlar. Gerçekten de Yusufeli Barajı’ının altında kalacak olan doğayı gördüğünüzde yüreğinizin bir köşesi cız ediyor. Barajdan sonra Yusufeli’nin taşınacağı yeri uzaktan gösterdiler. İlçenin yanındaki dağın tepesi..
Bu arada Yusufeli’ndeki cezaevi’nin de mahkum olmaması nedeniyle kapatılmış olduğunu da öğrendik. Bu Artvin ili gerçekten ilginç. Artvin’de trafik ışığı yok, Yusufeli’nde cezaevi yok… Diğer ilçelerde de mutlaka buna benzer ilginçlikler vardır diye düşündük..
Akşam Barhal Restaurant’ta kendimize bir ziyafet çektik. Lokanta, altında olduğu Barhal Otel gibi Barhal Çayı’nın hemen kenarında yer alıyor. Öyle ki, masadan bir şey düştüğünde doğrudan nehrin deli sularına gidiyor. Nefis bir saç kavurma ve leziz bir salata eşliğinde kafaları iyice dumanladık. O akşam Gülay ve Sabri’nin evlilik yıl dönümü imiş. Bir küçük pastamız bile vardı. Nice senelere arkadaşlar…
Yemeğe oturduğumuz esnada Hüseyin Amca eşi ile birlikte bizi ziyarete geldi. Bizim Yusufeli’nde birkaç gün daha kalacağımız zannediyormuş. Sabah gideceğimiz söyleyince üzüldüler. Ama mutlaka tekrar beklediklerini ve kendilerinde misafir etmek istediklerini söylediler. Mümkün olursa geleceğimizi söyleyip, biraz daha sohbet ettikten sonra, kendi bahçelerinden topladıkları büyükçe bir kavanoz yeşil zeytin bırakarak ayrıldılar.
Lokantanın işleticisi olan Mehmet Aydın’ı da burada anmadan geçemeyeceğiz. Tüm gezimiz boyunca çok sık rastladığımız misafirperver ve samimi insanlarda biriydi. Yusufeli üzerine bayağı sohbet ettikten sonra, odalarımıza çıkarak yarın için dinlenmeye çekildik.
Erzurum Yusufeli yollarını çok güzel tanımlamışsınız.
Defalarca gitmeme rağmen Ayı Hamamı’nı ilk defa duydum. Demek ki her şeye dikkat edemiyoruz.
Üngüzek (Dikyar) kalesine (kulesine) yıllar önce çıkmıştım. Arkasında bir yaya vardır, eskiden sığırlar çıkartılırdı. Yani çıkılması çok güç değildir.
Bir de Sarıgöl’e varmadan sağda tepede bir kale (kule) vardır.
Teşekkürler…
Ali Kurt
BeğenBeğen
doğa harikası ilçemize gelip ilçemiz güzelliklerini tüm dünyaya servis eden şeref bey ve ülgen hanıma sonsuz teşekürlerimle…
BeğenBeğen