Gün |
11 |
Güzergah |
Tatvan – Muş – Bingöl – Sivrice – Elazığ |
Mesafe |
427 km |
Seyahat Süresi |
5 saat |
Kardelen Otel’deki sabah kahvaltımızın ardından saat 08.00 de Tatvan’dan hareket ettik. Hedefimiz Elazığ ve yolumuz oldukça uzun. Bu nedenle Muş ve Bingöl’e girmeyeceğiz. Yoksa Elazığ’ı sadece akşam görmek zorunda kalabiliriz ve bu da gezi programımızı aksatır.
Tatvan çıkışında Opet’ten benzimizi aldık ve yola koyulduk. Bitlis kavşağından sağ tarafa girerek Muş yönüne saptık. Tatvan- Haydarpaşa demiryolunu sağımıza alarak, oldukça geniş ve düz bir yoldan gidiyoruz. Birkaç kilometre sonra dümdüz ovadaki demiryolu tünelleri dikkatimiz çekti. İlk bakışta oldukça tuhaf geldiyse de daha sonra bunların kar tünelleri olduğunu öğrendik. Toplam 7 adet olan kar tünellerinin amacı ovayı çevreleyen dağlarda oluşabilecek çığları demiryolu üzerinden aşırmak imiş. Yörede kar kalınlığının 3,5 metreye ulaştığı dikkate alındığında bu tünellerin ne kadar gerekli olduğu anlaşılıyor.
Bitlis sapağından 21 km sonra Göroymak ilçesinden ve buradan 29 km sonra da Hasköy ilçesinden geçiyoruz. Güroymak çıkışında kontrol noktasında duruyoruz. Hasköy’den sonra Muş Ovası’na giriyoruz.
Iğdır Ovasından sonra 80 km uzunluğu ve 30 km genişliği ile doğunun en geniş ovası olan Muş Ovası’nın yüzölçümü 1650 km2 imiş. Deniz seviyesinden yüksekliği 1400 m civarında olan ova, Fırat Nehri’ni oluşturan ve ortasından geçen Karasu ve Murat nehirleri sayesinde oldukça sulak ve verimli imiş. 3. Jeolojik zamanın ortalarına kadar bir birikinti iken yer kabuğu hareketleri sonucu bir çöküntü alanına dönüşmüş ve sonraki jeolojik dönemlerde yeni alüvyonlarla da örtülerek verimli bir alan durumuna gelmiş.
Güneyde Haçreş Dağları, kuzeyde ise Şerafettin Dağları ve uzantıları ile çevrili olan, doğu ucunda ise Nemrut Dağı yer alan Muş Ovası, yoğun kar yağışı, şiddetli soğuklar ve sisli geçen uzun kış sonrasında, baharda kardelen çiçeklerinin açmasıyla beyaz bir çarşafla örtülmüş gibi olup, lalelerin çıkmasıyla da kırmızı bir halı ile kaplanmış hale gelirmiş. Bir beyaz, bir kırmızı olan Muş Ovası’ndaki bu renk cümbüşünü ne yazık ki yakalayamadık. Çünkü kardelen çiçekleri ve onu takip eden lalelerin de zamanı geçmişti.
Yine de belki birkaç tane görürüz umuduyla gözümüzle takip ettiğimiz ovada, sarı hardal çiçeklerinden başka bir şey göremedik. Kırmızı lalelerde olsa idi ne kadar güzel olacaktı. Birkaç köyden geçtikten sonra Muş’a ulaştık. Dağ yamacına kurulmuş yeşillikler içerisinde güzel bir şehir olan Muş, bize Bursayı hatırlattı. Zaman yetersizliği nedeniyle Muş’un içine girmedik. Muş Ovasını sulayan Murat Nehri’nin üzerinden geçerek devam ettiğimiz yolda birkaç kez koyun, inek ve eşek sürüleri, nedeniyle durmak zorunda kaldık.
Muş’a bağlı bir nahiye olan Yaygın’dan itibaren Muş Ovası’nı ardımızda bırakarak Şerafettin Dağları’na tırmanmaya başladık. Tatvan’dan itibaren geldiğimiz geniş ve düzgün karayolu, tırmanma ile birlikte birden kayboldu ve yerini dar ve yer yer çukurların olduğu kıvrıla kıvrıla çıkılan bir karayolu aldı. Bir müddet sonra Bingöl il sınırını geçerek 1640 metre yükseklikteki Buğlan Geçidi’nden 10 km sonra saat 09.30 civarında Solhan ilçesine ulaştık.
Şerafettin Dağları üzerinde ve deniz seviyesinden 1395 metre yükseklikte yer alan Solhan, 17.900 nüfusa sahip olan ve ekonomisi büyük ölçüde hayvancılığa dayanan bir ilçe. İsmi, yönetiminde kaldığı Selçuklu Beylerinden Beyoğlan’ın adından geliyormuş. Zamanla bu sözcük halk dilinde değişime uğramış, Boğlan olarak anılmaya başlanmış, 1932 yılında da Solhan adını almış.
Solhan ilçe sınırları içerisinde yer alan ve bir tabiat harikası olduğu söylenen Yüzen Ada’yı görmek istedik. Üç tarafı dağlar ve tepelerle çevrilmiş düz arazi üzerinde bulunan bir krater gölü ortasında yer alan üç tane adacık, üstüne binildiği zaman sal gibi her tarafa ağır ağır hareket ediyormuş. Solhan’ı 15 km kadar geçtikten sonra Yüzen Ada levhasını görünce, sağ taraftaki köy yoluna saptık. Ancak karşımızdan gelen traktör sürücüsü, boşuna gideceğimizi, çünkü biraz ileride bir kamyonun çamura batarak yolu kapattığını ve geçmemizin imkansız olduğunu söyledi. Bunun üzerine geri dönerek yolumuza devam etmek zorunda kaldık. Yolumuzun üzerindeki adını hatırlayamadığımız bir dağ köyünün girişindeki “1.Dünya Harbinde Ruslar bu köye girememiştir” levhası dikkatimiz çekti. Geçtiğimiz yöreler ve Solhan civarı 1915 yılındaki Osmanlı – Rus harbinde en kanlı çatışmaların olduğu yörelerden biri imiş.
Bir kontrol noktasından daha geçtikten ve koyunlar, inekler ve eşeklere birkaç kez yol verdikten sonra saat 10.30 gibi Bingöl’e ulaştık. Bingöl’e 8 km kala, dar ve yer yer bozuk olan karayolu birden genişleyip çok daha düzgün bir hal aldı. Genel istek üzerine Bingöl içinde küçük bir şehir turu yaptık.
Deniz seviyesinden 1151 metre yükseklikte bulunan Bingöl’ün tarihi milattan önce 2000 yıllarına dayanıyormuş. İlk isminin temiz su anlamına gelen Cebel-Cur olduğu, halk dilinde Çapakçur’a dönüştüğü, ayrıca göller bölgesi anlamında Mingöl olarak da anıldığı söylenen Bingöl, 1844 yılında nahiye olarak Palu ilcesine bağlanmış. 1872 yılında Palu ilçesinden ayrılarak Çapakçur adıyla ilçe, 1936 yılında aynı isimle il merkezi olmuş ve 1945 yılında Bingöl adını almış.
Yemyeşil bitki örtüsü ve doğal güzellikleri ile tanınan Bingöl dağlarında irili ufaklı birçok göl bulunuyor. Prehistorik dönemleri hakkında yeterli bilgi olmayan Bingöl dağlarında bulunan obsidyen (doğal cam) yataklarının, bu dönemlerde Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın doğal cam gereksinimini karşıladığı ifade ediliyor.
Ana caddeyi takip ederek yaptığımız küçük şehir turunun bitiminde, tekrar Muş – Elazığ karayoluna çıkarak Elazığ’a devam ettik. Bingöl Ovası’nın bitiminden itibaren Körboğa Dağları’na tırmanmaya başladık. Bingöl’den 28 km kadar sonra 1.800 metre yükseklikteki Kuruca Geçidi’ni geçerek Elazığ il sınırına girdik. Karakoçan ve Kovancılar ilçelerinden sonra Keban Baraj Gölü göründü.
Keban Baraj Gölü kıyısındaki yolu takip ederek Elazığ’a iyice yaklaştığımızda, İçme Köyünü geçtikten sonra yol kenarlarında birbiri ardına sıralanmış olan balık lokantalarından birinde göle karşı çay molası verdik. Muş Ovası’nda üzerinden geçtiğimiz Murat Nehri, daha sonra Genç Dağları, Şerafettin Dağları, Akdağ ve Hovarik Dağı arasındaki derin vadilerden yoluna devam ederek Keban Baraj Gölü’nü besliyor. Murat Nehri suları burada masmavi bir denize dönüşüyor.
Elazığ’ın Keban ilçesinde, Fırat Nehri üzerinde, 1965–1975 yılları arasında elektrik enerjisi üretimi amaçlı inşa edilmiş olan Keban Barajı’nın oluşturduğu gölün alanı 675 km2, baraj gölünün Murat Nehri Vadisi boyunca uzunluğu 125 km imiş. Atatürk Barajı Gölü’nden sonra ülkemizin en büyük yapay gölü olan Keban Baraj Gölü, doğal göllerle bir arada sıralandığında Van Gölü, Tuz Gölü ve Atatürk Baraj Gölü’nün ardından 4. sırada yer alıyormuş. Dünyada ise, Keban Barajı , 207 m yüksekliği ile 18’inci, 30 milyar m³lük hazne hacmi ile 19’uncu, 1240 megawat kurulu gücü ile 36’ncı sırada bulunuyormuş. Elektrik üretiminin yanısıra su avcılığı yapılmakta ve balık üretimi de gerçekleştirilmekte olan gölün etrafında Elazığ ve çevre illerin halkının faydalandığı eğlence ve mesire yerleri mevcut.
Keban Baraj Gölü kıyısındaki molamızı bitirerek Elazığ’daki ilk gezi noktamız olan Hazar Gölü’ne gitmek için yola koyulduk. Elazığ Hava Alanı’ndan sonra, Elazığ’dan 6 km önce sola saparak Diyarbakır karayoluna girdik. Üzüm bağlarının arasından devam ederek ve 1280 metre yükseklikteki Koç Geçidi’nden geçerek saat 13.00 te Hazar Gölü’ne ulaştık. 5 saatlik yoldan sonra iyice yorulmuştuk. Göl kıyısında yer alan ve gölün en iyi açıdan görülebildiği lokantalardan birinde yemek molası verdik. Menümüz Göl Balığı veya Karabalık olarak adlandırılan ve Hazar Gölü’nde avlanan bir balığın ızgarasıydı ve çok lezzetliydi.
Elazığ’ın 22 km güneyinde, Sivrice kasabasının kuzeydoğusunda ve Doğu Anadolu fay hattı üzerinde yer alan tektonik küçük bir göl olan Hazar Gölü, sıklıkla meydana gelen depremler tarafından derinleştirilmiş. Deniz seyiyesinden 1235 metre yükseklikte yer alan gölün genişliği 85 km2, derinliği ise 150 metre imiş. Gölün güney kenarından demiryolu, kuzey kenarından ise Diyarbakır-Elazığ karayolu geçiyor. Önceleri kapalı bir göl iken, daha sonra çökmeler ve kaymalar neticesinde halen kaynaklarından biri olduğu Dicle Nehrine bağlanmış.
1996 yılında özelleştirme kapsamında 26 yıllığına satılan Hazar Hidroelektrik Santrali için gölden su pompalanması nedeniyle doğal SİT alanı olan göl seviyesinde oldukça ciddi bir düşüş yaşanmış. Su çekilmesinden dolayı ekosistemin bozulacağı tespit edilince su çekimine ara verilmiş. Su seviyesinde meydana gelen düşüşten sonra ortaya Ortaçağ’dan kalma bir batık şehrin kalıntıları çıkmış. Kilise Adası olarak bilinen küçük adanın yer aldığı gölün güneybatı ucunda 11. yüzyılda yapılmış sualtında kalmış bir kilise bulunuyormuş ve ada ile kıyı arasında, üç kat yüksekliğinde bir kapısı ve kuleleri bulunan surun tepesi görülüyormuş.
Hazar Gölü kıyısında bulunan Sivrice ilçesi ve 10 köyün dışında göl çevresinde 50 den fazla yazlık yerleşim amaçlı site ve 2000 civarında konut ile onlarca turistik tesis konumlanmış. Gölün etrafındaki sürekli nüfus 15.000 civarındayken, yazın iki katına, hafta sonlarında ise üç katına çıkıyormuş. Başta Elazığ ve Diyarbakır illeri olmak üzere yöredeki illerde yaşayanların başlıca dinlenme mekanı olan Hazar Gölü’den, 27 derece sıcaklıkta göle girenleri ve deniz bisikleti ile gezenleri seyrettikten sonra ayrılarak geldiğimiz yoldan Elazığ il merkezine hareket ettik.
Elazığ’daki ikinci durağımız olan Buzluk Mağarası’na gitmek için, şehrin içinden geçerek kuzeyindeki Harput yoluna girdik. Dönüşte uğramak üzere Harput’u da geçtikten 11 km kadar sonra 1680 metre yükseklikteki Buzluk Tepe’nin kuzey yamacında bulunan Buzluk Mağarası’na ulaştık. Mağaranın tarihinin Harput’un ilk sahipleri olan Urartular dönemine kadar uzandığı söyleniyor.
Yaz ayları boyunca içerisinde buz bulundurması nedeniyle oldukça dikkat çeken ve adını bu buzlardan alan Buzluk Mağarası kireçtaşı blokları arasında gelişmiş bir mağara. Oldukça kırıklı olan kireçtaşları, kütle hareketi sırasında, bu kırık yüzeyleri boyunca bloklara ayrılmış ve bloklar arasındaki boşluklar Buzluk Mağarasını oluşturmuş. Toplam 30 m.’lik bir derinliğe sahip olan mağaranın ısısı derinlikle ters orantılı olarak değişiyormuş. Kışın mağarada biriken yağmur suları ve karın donması sonucunda oluşan bu buz kütlesinin erimesi ise bahardan yaza kadar artan ısı ile meydana gelen buharlaşma tarafından yavaşlatılılıyormuş.
Bu özelliğinden dolayı soğutucu sistemler yaygınlaşıncaya kadar, Buzluk Mağarası’nın buzlarından yararlanılmış ve yöre haklı tarafından soğuk hava deposu olarak da kullanılmış. Ayrıca, yakın zamana kadar yaklaşık 20 ailenin mağara buzlarından geçimini sağladığı söyleniyor. Ancak, soğutucu sistemlerin gelişmesiyle Buzluk Mağarası ekonomik önemini yitirmiş, buna karşın turistik önemi artmış.
Kayaların arasındaki 1,5 metre kadar genişlikteki dar bir oyuktan girilerek merdivenlerle inilebilen mağaranın içine inişte oldukça dikkatli olmak gerekiyor. Merdivenler oldukça kaygan ve uygun ayakkabı veya botunuz yoksa her an düşüp, bir yerlerinizi kırmak işten bile değil. Bu nedenle mağaranın ikinci katına kadar inebildik ve içeride üşüyerek fotoğraflarımızı çektikten sonra mağaranın dışında, Buzluk Tepe’den Kızıldağ ve Keban Baraj Gölü’nü seyrettik.
Buzluk Mağarasından ayrılarak Elazığ il merkezinin 5 km. kuzeydoğusunda, denizden 1280 m. yükseklikte Anadolu’nun en eski yerleşme birimlerinden biri olan Harput’a hareket ettik. Fırat Irmağı’nın çizdiği büyük yay içinde, sulak ve verimli bir ova üzerinde bulunması, doğal kaya sığınakları, kara ve su hayvanlarının bolluğu nedeniyle Harput ve yöresi, M.Ö.10.000 yıllarına kadar uzanan Paleolotik dönemden beri, yerleşme alanı imiş.
Bir açık hava müzesi olan Harput’un en eski sakinleri, İşuva adıyla anıldığu M.Ö. 2000 yıllarından itibaren Doğu Anadolu’ya yerleşen Hurriler imiş. Hurriler’den sonra bölge Hitit hakimiyeti altına giren Harput’ta, çok uzun sürmeyen Hitit hakimiyetinden sonra M.Ö. 9. Asırdan itibaren Doğu Anadolu’da devlet kuran Urartular uzun süre hüküm sürmüş. Urartular sonrasında, Medler, Persler ve Bizanslılar hakimiyetine de girmiş. Malazgirt Savaşı’ndan sonra 1085 yılında Selçuklular tarafından fethedilen ve daha sonra İlhanlılar, Dulkadiroğulları, Akkoyunlular, Safeviler tarafından ele geçirilen Harput, Çaldıran Savaşı‘ndan sonra 2 yıl sonra 1516 yılında Osmanlı Ordusu tarafından fethedilmiş. Tarihi geçmişi içinde süregelen el değiştirmelerden sonra sadece müstahkem bir kale hüviyetinde kalan ve Türkler tarafından alındıktan sonra gittikçe büyüyen bir şehir haline gelen Harput, birbirine benzeyen sebeplerle tarihe karışan birçok eski Türk şehirleri gibi nihayet terk edilmiş ve yerini bugünkü Elazığ’a bırakmış. Bugünkü Elazığ, II. Mahmut zamanında, 1834 yılında şark vilayetlerinde ıslahata ve devlet otoritesini yeniden kurmaya memur edilen Reşit Mehmet Paşa zamanında halk arasında “ Mezra ” denilen şimdiki yerine taşınmış.
Harput adının kaynağı konusunda öne sürülen düşünceler arasında en çok bilineni, ilk hecesi olan Har, taş (kaya) anlamına, son hecesi olan put (berd) ise kale anlamına gelen ve günümüz Türkçesi ile Taş Kale şeklindeki açıklama imiş.
Tarihi geçmişi ile birlikte bu açık hava müzesinde yer alan camiler, türbeler, kilise ve mağaralar nedeniyle önemli bir turizm merkezi olan Harput, Pazar günü olmasının da etkisiyle oldukça kalabalık idi. Bu tarihi mekandaki ilk durağımız, Harput isminin kaynağı olan ve güneydoğusunda ovaya egemen kayalar üzerinde yer alan Harput Kalesi oldu.
Tarihi Harput’un tarihi kadar eski olan ve Urartular döneminde yapıldığı sanılan kale, kayalara oyulmuş odalar, basamaklar ve gizli yollardan oluşuyor. 1115’de Artukoğlu Belek’in kaleyi almasından sonra, Dulkadiroğulları, Akkoyunlular ve Osmanlılar döneminde çeşitli onarımlar görmüş. Dörtgen planlı olan ve doğuda Harput yönünde girişi bulunan yapı, dış kale ve iç kale olmak üzere iki bölümlü olup, yüksekliği yer yer değişiyor.
Bir diğer adı Süt Kalesi olan Harput Kalesi’nin yapılışı bir hikaye ile anlatılıyor. Bu hikayeye göre, çok eski zamanlarda bu topraklarda hüküm süren çok zengin bir hükümdarın koyun ve keçileri öyle bolmuş ki, sütlerini tüm halka dağıtır, yine bitiremezlermiş. Hükümdar Harput’un en yüksek ucuna bir kale yaptırmaya karar verir, ama şans bu ya kıtlık olunca içmek için su zor bulunur olmuş. Bunun üzerine kaleyi yapmaya kararlı hükümdarın çobanlarına verdiği emir üzerine tüm sütler kaleye getirilir ve yapı ustaları harcı sütle hazırlayarak kalenin inşaatı bitirirler. Bu yüzden kalenin beyaz ve dayanıklı olduğu söylenir. Bir inanışa göre kalenin dehlizlerinden birinde tavana bir kılla bağlanmış güğüm vardır ve o düşene kadar kale ayakta kalacaktır.
2006 yılından bu yana süregelen arkeolojik kazılarda Osmanlı izlerini taşıyan kalıntıların bulunduğu Harput Kalesi’nin toprakla dolu olan üst kısmında, Elazığ il merkezini ve Keban Baraj Gölü ile çevresini içine alan nefis bir panoramik görüntü bulunuyor.
Harput Kalesi’nden sonra antik kentin içindeki gezimizde, Ulu Cami, Sara Hatun Camii ve Arap Baba Türbesi’ni gördük.
Artuklu Hükümdarı Fahrettin Karaaslan tarafından 1156 yılında yaptırılan ve Harput’daki en eski yapılardan birisi olan Ulu Cami, dikdörtgen planı, dışa kapalı görünümü, tuğlalarının süsleme öğesi olarak kullanılması yanı sıra minaresinin eğri durumda oluşu ile oldukça ilgi çekiyor.
Arap Baba Mescidi ve Türbesi ise Anadolu Selçuklularından IV.Kılıçarslan’ın oğlu III.Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında, 1279 yılında yaptırılmış ise de, kitabesinde banisinin Yusuf İbn-i Arapşah olduğu belirtilmiş. Türbenin alt kısmında yüzyıllara rağmen bozulmamış naaşı ile Arap Baba türbesi bulunuyormuş. Ancak türbenin kapalı olması nedeniyle sadece dışarıdan görmekle yetindik. Ziyaretin en yoğun olduğu bir gün olan Pazar günü, türbenin açık olmamasının nedenini anlayamadık ve de soracak bir tane bile resmi görevli bulamadık. Bu durum ise gezdiğimiz diğer illerle karşılaştırdığımızda, bize Elazığ’daki yetkililerin turizme bakış açısı ile ilgili biraz bilgi verdi doğrusu.
Arap Baba hakkında pek çok efsane anlatılmış. Bunlardan en çok anlatılana göre ise, Harput ve yöresinde bir yıl yağmur yağmaması nedeniyle kuraklığın ardından kıtlığın kapıya dayanması sonucunda halk perişan hale gelmiş. Yaşlı bir kadın rüyasında Arap Baba’nın başı kesilip, bir dereye atılırsa, yağmur yağacağını görmüş. Yaşlı kadın önceleri buna pek bir anlam verememiş ise de, aynı rüyayı üç gece üst üste görünce kararını vermiş ve bir gece Arap Baba’nın cesedinin başını gövdesinden ayırıp, kesik başı dereye atmış.
Sonrasında gerçektende yağmur yağmaya başlamış. Ama ne yağmur. Yağmur değil adeta tufan, dereler coşmuş, her yanı sel basmış. Bir türlü dinmek bilmeyen yağmuru dört gözle bekleyen insanlar bu seferde bu felaket karşısında muzdarip olmuşlar. Yaşlı kadın rüyasında bu kez, Arap Baba’nın kesilen başı yerine konulursa, yağmurun duracağını görmüş. Arayıp ve bir kesik baş bularak yerine koyunca, yağmur durmuş.
Harput içinde yer alan diğer camiler ile türbe ve diğer tarihi yapıların arasından devam ederek, akşamı konaklayacağımız Elazığ İl Özel İdaresi Misafirhanesi’ne geldik. Misafirhaneye eşyalarımız yerleştirdikten sonra saat 18.00 civarında dolmuşla şehir turu ve akşam yemeği için şehir merkezine gittik. Şehir içindeki gezimizde uğradığımız Kapalıçarşı’da Elazığ’a özgü alınabilecek bir şeyler aradık ise de, dükkanların akşam olması nedeniyle genelde kapanmış olmasından dolayı herhangi bir şey bulamadık.
Elazığ caddelerinde dolaşırken, hemen hemen tüm lokantalarda içki bulunmadığını belirten notlar dikkatimizi çekti. Akşam yemeğinde, günün yorgunluğunu bir-iki kadehle atabileceğimiz bir lokanta aradık ise de bulamadık. Devriye görevini yapan polislere sorduğumuzda ise, içkili lokantaların şehrin dışında olduğunu, ancak onların tabiriyle çakal-çukul dolu olan buralara eşlerimizle gitmemizin doğru olmayacağını cevabını alınca, biz de çiğ köfte diyarı olarak ün saldığı söylenen Elazığ’da, bir dükkandan çiğ köftelerimizi, bir marketten beyaz peynir, tatlı, meyva ve plastik yemek malzemelerimizi, bir başka dükkandan da diğer nevalelerimizi alıp, İl Özel İdaresi bahçesinin yolunu tuttuk. Burada oldukça keyifli geçen bir akşam yemeği sonrası purolarımızla birlikte çaylarımızı yudumlayıp ertesi günkü Malatya seyahati için dinlenmeye çekildik.
Seref bey,
Eklenen her yeni gunle, yurdumuzun ve yasamin guzelliklerini yeniden kesfetmek, kosturmalara harika bir mola vermek cok hos.
Elinize saglik, devamini bekliyoruz.
Bizler de hayal kurmaya devam ediyoruz:)
BeğenBeğen